Teorik fizikçi, doğuştan Japon Michio Kaku, ABD'de doğdu. Geçtiğimiz yüzyılın en seçkin fizikçilerinden biri olan Kaku, çok sayıda kitabın, televizyon ve radyo programının yazarıdır.
Bilimsel katkılarıyla tanınan Michio Kaku, kara deliklerin ve evrenin hızlanarak genişlemesinin araştırılmasına yönelik bir dizi çalışma yürütmüştür.
Ayrıca fiziğin ana modeli olarak kabul edilen "Strinq" (sicim teorisi) teorisinin kurucularından biridir.
M. Kaku: - Maddelerin katı olduğuna inanarak kendimizi yanıltıyoruz. Aslında madde boşluktan oluşur. Peki neden bizde çürüme olmuyor ve her şey yere düşmüyor? Maddeler neden katı halde görünüyor? Çünkü elektronlar birbirini iter. Aslında bu zeminin düz yüzeyinde kalmıyorum. Çünkü elektronlar birbirini sevmez. Birbirlerini uzaklaştırıyorlar. Bu nedenle maddenin katı olduğuna inanıyoruz. Gerçekte beyinde hiçbir şey yoktur. Katı maddelerin aslında katılığı yoktur. Sağlam olduklarını varsayıyoruz. Gerçekliğin sağlam olduğunu düşünüyoruz. Ancak bu hiç de doğru değil.
Muhabir: -Dolayısıyla beynimizin içinde yaşıyoruz.
M. Kaku: - Evet, bu kısmen doğru. Aynaya baktığınızda aslında kendinize bakmıyorsunuz. Aynaya baktığınızda önceki görüntünüzün saniyenin milyarda biri kadar bir sürede yakalandığını görürsünüz. Çünkü gözlerinizden çıkan ışık, aynaya çarparak tam bu zaman aralığında gözünüze geri döner. Kuantum mekaniğine göre yüzünüz aslında bir dalgadır. Aslında titreşiyorsunuz. Bu inanılmaz. Ancak bunu laboratuvarlarda ölçebiliyoruz. Bu nedenle aynaya baktığınızda aslında kendinize bakmıyorsunuz.
Muhabir: - Görme, dokunma, duyma gibi duyular elektriksel uyarılar olarak beynimize ulaşıyorsa, dış dünyada maddenin varlığından nasıl emin olabiliriz?
M. Kaku: - Beynimiz, düşündüğümüz her şeyin yaklaşık bir görünümünü yeniden üretir. Sorunuzla demek istediğiniz şu: Beynimizi kandırabilir miyiz? Cevap: evet. Ama sorun şu: Gerçeklik sahte mi? Söylemek istediğim şu; çevremizde gördüğümüz her şey bir illüzyondur. Biz bunun gerçek olduğunu sanıyoruz ama gerçekte öyle değil.
Muhabir: - Bu bir çeşit holografik evren mi?
M. Kaku: - Belki gerçeklik ile gerçek olmayan arasındaki farkı bile bilmiyoruz. Bugün yapay bir bağlantı duygusu yaratmaya başladık. Dokunsal teknoloji (temas hissi ile ilişkili) olarak adlandırılır. Bu teknolojiyle, gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, yapay bir bağlantı hissini yeniden yaratabiliyoruz.
Muhabir: - Şimdilik yaşadığımız dünyadan bahsedelim. Gerçek dünyada mı yoksa hayali dünyada mı yaşadığımızı ayırt edebilir miyiz?
M. Kaku: - Prensip olarak içinde yaşadığımız dünya yanıltıcı olabilir. Aksini kanıtlamak imkansızdır.
Muhabir: - Madde, atomlar kesinlikle karanlıktır, %99'u boşluktan oluşur. Peki bu muhteşem dünyayı 3 boyutlu olarak nasıl görüyoruz?
M. Kaku: - İllüzyonlardan oluşan bir dünya görüyoruz. Kendimizi katı olarak hayal ederiz, nesnelerle temas halinde olduğumuza inanırız. Mesela ben aslında bu sandalyede oturmuyorum. Vücudum bu sandalyeden bir angstrom (santimetrenin yüz milyonda biri) uzakta, havada asılı duruyor. Elektronlar aynı kuantum konumunda kalma eğiliminde olmadıklarından birbirlerini iterler. O halde neden ellerim (ellerimi çırparak) birbirinin içinden geçmiyor? Neden kendimi sert biri olarak hayal ediyorum? Sonuçta elimle başımı hissettiğimde aslında el başıma dokunmuyor. Bir angstrom mesafede el geriye doğru itilir. Dolayısıyla nesnelerin katı durumda olduğuna inanıyoruz, ancak aslında nesneler katı değil.
Muhabir: - Daha önce de söylediğiniz gibi, dış dünyadan gelen elektriksel uyarıları algılıyoruz. Peki ışık, renk, ses, tat, koku gibi elektriksel uyarıları kim algılıyor, bu nasıl bir canlı?
M. Kaku: - Aslında bunu bilmiyoruz. Beynimizin ilgili bölümleri, sesinizi, görüntünüzü ve kokunuzun yanı sıra görünüşünüzü de yeniden yaratır.
Muhabir: -Yani beyin sadece elektriksel uyarılardan ibarettir.
M. Kaku: - Evet.
– Sana bir şey sormak istiyorum, rüyalarla ilgili. Hayal dünyası ve gerçek dünya. Rüyalarımızda, gerçek bir karşılığı olmamasına rağmen maddenin sertliğini, renklerini ve sıcaklığını nasıl hissederiz ve rüya ile gerçek dünya arasındaki fark nedir?
M. Kaku: - Beyni inceleme uygulamasını kullanarak insanların uyku halindeyken ne yaptıklarını görebiliriz. Uyanıkken, oksipital kısım (görsel merkez) gözlerden gelen görsel uyarılara yanıt verir. Beynin aynı kısmı uyku sırasında da aktif hale gelir. Bu, kafanın arka kısmındaki beynin hayali bir görünüm oluşturduğu anlamına gelir.
Muhabir: - Maddenin beynimizin dışında var olduğundan emin olabilir miyiz? Mesela bu mikrofona dokunduğumda bu mikrofonun beynimin dışında var olduğundan nasıl emin olabilirim? Çünkü ona dokunuyorum, görüyorum. Kesinlikle her şeyi duyuyorum, ama yalnızca beynimin içindeki elektriksel bir dürtü olarak.
M. Kaku: - Tekbencilik diye bir felsefe var. Bu felsefenin temel sorusu şudur: Ormanda devrilen bir ağaç, orada kimse yoksa gerçekten devrilmiş midir? Tekbenci, dünyanın bir yanılsama olduğunu ve bizim de bu yanılsamanın bir parçası olduğumuzu savunur. Aslında ağaçların gerçekten düşüp düşmediğini bilemiyoruz. Tekbencilikten bile daha tuhaf olan kuantum fiziği zaten var. Kuantum teorisine göre bir ağaca bakmadan önce onun dik, düşmüş, kürdan şeklinde, yanmış, ev şeklinde veya başka bir formda olduğunu görebilirsiniz. Ama baktığınız anda bir ağaca dönüşüyor. Bohr'un yorumuna göre kuantum teorisinde nesnelerin varlığı, onların gözlemlenme süresiyle belirlenir ki bu, solipsizmden bile "daha kötü"dür. Eğer soru Schrödinger'in kedisi ise Schrödinger'in kedisi bilimsel paradoksların en derinidir. Kediyi kutunun içinde bırakırsak (burada zehir olacak, bu da kedinin zehirlenme olasılığını %50 oranında yeniden yaratır), bu kedi yaşıyor mu değil mi?
Kuantum fiziğinde kedinin cansız halinin dalga fonksiyonunu elde edip bunu kedinin canlı halinin dalga fonksiyonuna ekliyoruz. Sorun şu ki kedi ne canlı ne de ölü, ikisinin arasında bir yerde. Bir kedinin canlı olup olmadığını nasıl anlarsınız? Kutuyu açarak bir göz atın. Bu tek başına gözlem gerektirecektir. Gözlemle bilinç gelir. Ve bilinç bir tür varlıktır.
Muhabir: - “The Matrix” filmini izlediniz mi?
M. Kaku: - Evet.
Muhabir: - Bu filmin felsefesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
M. Kaku: - Bana göre felsefi ve bilimsel açıdan “Matrix”e benzer bir dünyayı yeniden yaratabileceğimizi söyleyebiliriz. Bugün, çevremizdeki nesneleri doğrudan manipüle etmek için beynin potansiyelini kullanma yeteneğine sahibiz. Ancak anıları beynimize yerleştiremiyoruz. Şimdilik bunu yapmamız mümkün değil.
Muhabir: - Bu filmde bir soru vardı. Filmden bir görüntü şu soruyu soruyordu: “Rüya görüyorsak ve uyanamıyorsak rüyada olup olmadığımızdan nasıl emin olabiliriz?”
M. Kaku: - Emin olamazsınız.
Muhabir: - Beynin bir bilgisayar olduğunu ve bu konuda mükemmel bir bilgisayar olduğunu söylüyorsunuz ama beyin canlı doku ve etten oluşuyor. Canlı dokudan elde edilen madde olarak, yani. et, belki bir bilgisayar?
M. Kaku: - Bu bir sabit disk değil, canlı, ıslak bir madde.
Muhabir: - Peki canlı dokudan, yani etten oluşan madde nasıl bilgisayar olabilir?
M. Kaku: - Nöronların birbirine nasıl bağlandığı gibi, transistörlerin de birbirine nasıl bağlandığını bir beyin modelinin ana hatlarıyla çizersek, o zaman bir bilgisayar olarak beynin boyutunun ne olacağını belirleyebiliriz.
Bu bilgisayarın enerji tüketimi binlerce megawatt olacaktır. Bu enerjiyi elde etmek için bir nükleer enerji santraline (NGS) ihtiyaç duyulacaktır. Aynı zamanda üretilen elektrik nedeniyle çok güçlü bir aşırı ısınma meydana gelecektir. Bu bilgisayarı soğutmak için bütün bir nehre ihtiyacımız var. Eğer küçük bir kasaba büyüklüğünde bilgisayarım olsaydı, bir nehirden akan su ve bu devasa bilgisayara elektrik üreten bir nükleer santralim olsaydı... Bütün bunlar bir araya gelince beynimizi oluştururdu.
Ancak beynimiz binlerce watt elektrik tüketmez. Enerji tüketimi sadece 20 watt'tır. Şehir büyüklüğünde bir şey değil ama aynı bunun gibi (eliyle beynin büyüklüğünü gösteriyor), çok küçük bir boyut. Bu nasıl mümkün olabilir? Öncelikle beyin bir bilgisayar değildir. Beynin bir bilgisayar olduğunu düşünürdük ama artık öyle düşünmüyoruz. Pencereler (Windows programları), Pentium çipleri yok, beyinde programlama yok, hatta altprogramlar bile yok. Bu durumda beyin nasıl çalışır? Beyin her şeyi inceleyen bir cihazdır. Çalıştığı her konunun ardından beyin kendi kendini düzenlemeyi yeniden üretir. Beynin yaptığını dijital bilgisayarlar bile yapamaz.
Dizüstü bilgisayarlarınız bugün de dün olduğu gibi hala aptaldı, hatta dünden önceki gün bile hala aptaldı. Dizüstü bilgisayarların daha akıllı olmasının imkânı yok. Beyniniz tüm bunları nasıl yapıyor ve sürekli olarak daha fazla yeni şey öğreniyor? Bu bakımdan beyin, kelimenin tam anlamıyla bir bilgisayar değildir. Beynin çalışma sistemi tamamen farklıdır. Dolayısıyla bir bilgisayarın beyin olarak çalışabilmesi için sadece bir şehir büyüklüğünde olması gerekiyor.
İşte fizikçi dostlarımızın bakış açısı...
Nobel Fizik Ödülü sahipleri, fiziksel dünyanın, milisaniyeler sonra ortaya çıkan ve kaybolan, tekrar tekrar titreşen tek bir enerji okyanusu olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladılar.
Katı ve sağlam hiçbir şey yok. Kuantum fiziğinin dünyası böyledir.
Sürekli değişen bu enerji alanında gördüğümüz "nesneleri" toplayıp bir arada tutmamıza yalnızca düşüncenin izin verdiği kanıtlanmıştır.
Peki neden yanıp sönen bir enerji pıhtısı değil de bir insan görüyoruz?
Bir film makarası hayal edin. Bir film, saniyede yaklaşık 24 karelik bir kareler topluluğudur. Çerçeveler bir zaman aralığıyla ayrılır. Ancak bir karenin diğerini takip etme hızı nedeniyle optik bir yanılsama oluşur ve sürekli, hareketli bir görüntü gördüğümüzü sanırız.
Şimdi televizyonu düşünün.
Bir TV'nin katot ışın tüpü, ekrana belirli bir şekilde çarpan, böylece şekil ve hareket yanılsaması yaratan, çok sayıda elektron içeren bir tüptür.
Zaten tüm nesneler de budur. 5 fiziksel duyunuz var (görme, duyma, dokunma, koklama ve tatma). Bu duyuların her birinin belirli bir spektrumu vardır (örneğin, bir köpek sesi sizden farklı bir aralıkta duyar; bir yılan ışığı sizden farklı bir spektrumda görür vb.).
Başka bir deyişle, duyularınız etrafınızdaki enerji denizini belirli bir sınırlı bakış açısıyla algılar ve buna dayanarak bir görüntü oluşturur. Bu tam ve kesinlikle doğru bir resim değil. Bu sadece bir yorumdur. Tüm yorumlarımız nesnel gerçeğe değil, yalnızca oluşturduğumuz gerçekliğin “iç haritasına” dayanmaktadır. “Haritamız” yaşam boyunca biriken deneyimlerin sonucudur. Düşüncelerimiz bu görünmez enerjiye bağlıdır ve bu enerjinin ne oluşturacağını belirler. Düşünceler, fiziksel yaşamı yaratmak için kelimenin tam anlamıyla evrenden parçacık parçacık geçer.
Etrafınıza bir bakın. Fiziksel dünyamızda gördüğünüz her şey bir fikir olarak başladı; paylaşıldıkça ve ifade edildikçe büyüyen bir fikir, birkaç aşamadan geçerek fiziksel bir nesne haline gelecek kadar büyüdü.
Kelimenin tam anlamıyla en çok düşündüğünüz şeye dönüşürsünüz. Hayatınız en çok inandığınız şeye dönüşür. Dünya tam anlamıyla sizin aynanızdır ve kendiniz için doğru olduğuna inandığınız şeyi fiziksel olarak deneyimlemenize olanak tanır... ta ki bakış açınızı değiştirene kadar.
Kuantum fiziği bize etrafımızdaki dünyanın sanıldığı gibi katı ve değişmez bir şey olmadığını gösteriyor. Bunun yerine, bireysel ve kolektif düşüncelerimize dayanan, sürekli değişen bir şeydir.
Doğru sandığımız şey aslında bir yanılsamadır, neredeyse bir sirk numarasıdır. Neyse ki bu yanılsamayı ortaya çıkarmaya ve en önemlisi onu değiştirme fırsatlarını aramaya başladık.
Vücudunuz neyden yapılmış? İnsan vücudu dolaşım, sindirim, endokrin, kas, sinir, üreme, solunum, iskelet ve idrar yolu sistemleri dahil olmak üzere dokuz sistemden oluşur.
Neyden yapılmışlar?
Doku ve organlardan.
Doku ve organlar nelerden yapılmıştır?
Hücrelerden.
Hücreler nelerden yapılmıştır?
Moleküllerden.
Moleküller nelerden yapılmıştır?
Atomlardan.
Atomlar neyden yapılmıştır?
Atomaltı parçacıklardan.
Atom altı parçacıklar nelerden yapılmıştır?
Enerjiden!
Sen ve ben, en güzel ve akıllı düzenlemesindeki saf enerji-ışıkız. Yüzeyin altında sürekli değişen bir enerji, ancak güçlü zekanızın kontrolü altında. Siz büyük bir yıldız ve güçlü bir İnsan Varlığısınız.
Kendinizi güçlü bir elektron mikroskobu altında görebilseydiniz ve kendiniz üzerinde başka deneyler yapabilseydiniz, elektronlar, nötronlar, fotonlar vb. şeklinde sürekli değişen bir enerji yığınından oluştuğunuza ikna olurdunuz.
Sizi çevreleyen her şey de öyle. Kuantum fiziği bize, bir nesnenin onu gördüğümüz yerde ve nasıl görmesine neden olan şeyin onu gözlemleme eylemi olduğunu söyler. Bir nesne gözlemcisinden bağımsız olarak var olamaz! Yani gördüğünüz gibi gözlemleriniz, bir şeye olan dikkatiniz ve niyetiniz kelimenin tam anlamıyla o nesneyi yaratıyor.
Bu bilim tarafından kanıtlanmıştır. Dünyanız ruh, akıl ve bedenden oluşur. Bu üç unsurun (ruh, akıl ve beden) her biri kendine özgü ve diğerlerinde bulunmayan bir işlevi yerine getirir. Gözlerinizin gördüğü ve vücudunuzun hissettiği şey Beden dediğimiz fiziksel dünyadır. Beden, bir nedenden dolayı yaratılan bir sonuçtur.
Bu sebep Düşüncedir. Beden yaratamaz. Sadece hissedilebilir ve hissedilebilir... Bu onun eşsiz işlevidir. Düşünce hissedemez... yalnızca icat edebilir, yaratabilir ve açıklayabilir. Kendini hissedebilmek için görelilik dünyasına (fiziksel dünyaya, Bedene) ihtiyacı vardır.
Ruh, Düşünceye ve Bedene Hayat veren Her Şeydir. Beden böyle bir yanılsama vermesine rağmen yaratma gücüne sahip değildir. Bu yanılsama birçok hayal kırıklığının nedenidir. Beden sadece bir sonuçtur ve hiçbir şeye neden olma veya yaratma gücüne sahip değildir.
Tüm bu bilgilerin anahtarı, gerçek arzunuz olan her şeye beden kazandırmak için Evreni farklı görmeyi öğrenme fırsatıdır.
John Assaraf – Kuantum Gerçekliği: Her Şeyin İçindeki Sınırsız Potansiyel
. Gerçekliğin yalnızca yüzde 10'unu gördüğümüz, görünenin geri kalan yüzde 90'ının ise bilgiye damgasını vuran çağrışımlara dayanarak beynin kendisi tarafından tamamlandığı ortaya çıktı! Yani basit bir ifadeyle beyin bildiğini çizer.Meğer “” filminde mümkün olan bir şeyi görüyoruz ama şu anda aslında mümkün değil!
Yukarıdaki resme dikkat edin. Katılıyorum, sanki daireler dönüyor gibi görünüyor. Ama bu doğru değil. Böylesine yanıltıcı bir aldatmacayı açıklamak çok basittir. Gerçek şu ki beyin, bilgisine dayanarak çizgileri kapatmaya çalışır (bu bir dairedir, yani dairenin çizgisi kapalıdır). Bu nedenle böyle bir görsel yanılsama meydana gelir. Yani beyin her zaman çizgileri birleştirmeye çalışıyor ve bize çemberler dönüyormuş gibi geliyor.
Başka bir örnek
İşte bu çizimin bir videosu:
Videoyu izleyin. Şaşırdın mı? Merak ettik: Bu nasıl yapılıyor?
Bir devin cüceye ve tam tersinin bu dönüşümüne bakıyoruz. Düzensiz bir odadansa dönüşüme inanmak bizim için daha kolaydır. Beynimiz, örneğin odanın bir daire değil, eşit bir dikdörtgen olduğunu fark etmeye veya daha doğrusu her zaman bilmeye alışkındır. Farklı olduğunu öne sürmeye bile çalışmıyoruz. Beynimiz kökleşmiş bilgiye dayanmaktadır. Bilgiyi görsellere dönüştürmek.
Bu etki Vikipedi'de şu şekilde anlatılıyor:
“Ames Odası, üç boyutlu bir optik yanılsama yaratmak için kullanılan, düzensiz şekilli bir odadır. Amerikalı göz doktoru Albert Ames tarafından 1934 yılında tasarlanmış ve 1935 yılında inşa edilmiştir.
Ames'in odası önden bakıldığında, bir arka duvarı ve birbirine paralel ve zemin ve tavanın yatay düzlemlerine dik iki yan duvarı olan düzenli bir kübik odaya benziyor. Bununla birlikte, odanın gerçek şekli yamuktur: duvarlar eğimlidir, tavan ve zemin de eğimlidir ve sağ köşe, odaya giren gözlemciye soldan çok daha yakındır veya tam tersi.
Optik yanılgı sonucunda bir köşede duran kişi dev, diğer köşede duran kişi ise cüce gibi görünür. İllüzyon o kadar inandırıcıdır ki, sol köşeden sağ köşeye doğru ileri geri yürüyen bir insan gözlerimizin önünde “büyür” ya da “küçülür”.
Bu yanılsama, duvarlar ve tavanlar kullanılmadan yaratılabilir - bunun için görünür bir ufuk (yatay olmayan) yeterlidir.
Kaynak: wikipedia
Görsel aldatmaya ilişkin bir başka ilginç deney, özel bir aydınlatma açısı altında yeniden oluşturulan bir satranç tahtası üzerinde gözlemlenebilir.
İşte bunun bir videosu:
Düşen gölge sayesinde satranç tahtasındaki kareler farklı renklerde görünüyor, ancak aslında aynı renkteler! Her ne kadar beynimiz bunu anlamayı reddetse de, satranç tahtasındaki hücrelerin her zaman farklı renklerde, siyah ve beyaz olduğunu bildiğimiz için!
İstesek de istemesek de gördüğümüz her şeyin beynimizin yarattığı bir illüzyon olduğu ortaya çıkıyor. Beynimiz bize bunu sormuyor.
Garip bir sonuç ortaya çıkıyor: Çevremizdeki dünya tamamen farklı ve hatta belki de onu görmeye alıştığımızla tamamen aynı değil. Kesinlikle The Matrix.
İşte gerçek hayattan bir örnek. “Plasebo etkisi” diye bir tabir var. Bunun özü beyni aldatmaktır. Unutmayın, emzik tabletleri tıpta yaygın olarak kullanılıyordu ve hastalara reçete ediliyordu. Emzik alan hasta bunun ilaç olduğunu düşündü ve iyileşti. Yani ilacın yardımcı olacağından emin olarak, farkında olmadan beyne bu ilacın bizi iyileştireceği ilhamını verdik ve buna inanan beyin de vücuda ve vücudun iyileşmesine emir verdi.
Acımasız da olsa ilginç bir durum daha.
Büyük Vatanseverlik Savaşı sırasında Naziler mahkumlar üzerinde deneyler yaptı. Mahkûmu yatağa bağladılar, gözlerini bağladılar, kolunda küçük bir kesik yaptılar (ölmesi kesinlikle imkansız!), yanına kan kokulu bir sıvı içeren bir kap astılar ve bu sıvı damladı. Mahkum bir süre sonra kan kaybından hayatını kaybetti! Yani ölümünün tüm belirtileri, sanki bir kişinin kan kaybından ölmesi gibiydi! Ama tekrar ediyorum, ölecek kadar kan kaybetmedi! Kendi kendine hipnoz!
Eğer beyninize bir şeyi ilham ederseniz, o şeyin gerçekleşeceği ortaya çıktı. Örneğin başkalarının düşüncelerini okuyabileceğimizi önerin. Ve ah, başkalarının düşüncelerini okuyoruz! Çocukluğumuzdan beri beynimiz bunu nasıl yapacağımızı bilmediğimizi bilmeye alışmış olduğundan, başkalarının düşüncelerini nasıl okuyacağımızı bilmiyoruz, ama ya onu aksi yönde ikna edersek? Beynin bunun inkar edilemez bir gerçek olduğuna inandırılması gerekiyor.
İlginç bir resim ortaya çıkarıyor. Okyanusta yüzdüğünüzü hayal edin. Görünümünüz, görünümün ön planını kapsıyor; yüzde 10. Geriye kalan yüzde 90'ı ise soldan ve sağdan yan görme şeklinde olan kısım, beynin bir kez bilgisine ve hatırladığı görüntülere dayanarak çizdiği bir illüzyondur!
Aldatma yanılsamaları resimde yaygın olarak kullanılmaktadır; sanatçıların bu tür eserlerinin çarpıcı bir örneği Optik Yanılsamalar'dır. Sanatçı. Böyle resimler çizdim ve vesaire.
Şimdi sanatçıların bazı tablolarına ve basit optik illüzyonlara bakalım.
İlgilenenler için, illüzyon türünde çalışan sanatçıların birkaç tablosu daha var:
Ve şimdi sadece hayali bulmacalar - çizimler:
Kenarları olan duvar
Perspektif bozuklukları. Sarı çizgiler farklı görünüyor ancak tamamen aynılar.
Paralel çizgiler
Bu yanılsama Japon psikoloji profesörü Akioshi Kitaoka tarafından yaratıldı. Her ne kadar eğri çizgiler görsek de çizgiler aslında paraleldir
Görelilik
Hollandalı sanatçı Escher tarafından çizilen taş baskı, ilk kez 1953'te basıldı.
Penrose merdiveni
Bu imkansız figür, adını yaratıcıları Lionel ve Roger Penrose'dan almıştır. Bu çizimin birkaç ismi var: “Ebedi Merdiven”, Sonsuz Merdiven”, “Yükselen ve Alçalan”, “İmkansız Merdiven”.
Uçan piramitler
Bu heykel, akrilik boyalarla boyanmış düz çelik bir levhadan oluşuyor. Venezuelalı sanatçı Rafael Barrios tarafından yaratıldı. Heykel uzaktan bakıldığında üç boyutlu görünüyor.
Yaşamın ekolojisi: Bakışınızı bir metin satırına sabitleyin ve gözlerinizi hareket ettirmeyin. Aynı zamanda dikkatinizi aşağıdaki satıra çevirmeye çalışın. Sonra bir tane daha. Ve bir şey daha. Yarım dakika sonra gözlerinizin karardığını hissedeceksiniz: yalnızca gözlerinizin odaklandığı birkaç kelime açıkça görülebiliyor ve geri kalan her şey bulanık. Aslında biz dünyayı böyle görüyoruz. Her zaman. Ve aynı zamanda her şeyi net bir şekilde gördüğümüzü düşünüyoruz.
Bakışınızı metnin satırına sabitleyin ve gözlerinizi hareket ettirmeyin. Aynı zamanda dikkatinizi aşağıdaki satıra çevirmeye çalışın. Sonra bir tane daha. Ve bir şey daha. Yarım dakika sonra gözlerinizin karardığını hissedeceksiniz: yalnızca gözlerinizin odaklandığı birkaç kelime açıkça görülebiliyor ve geri kalan her şey bulanık. Aslında biz dünyayı böyle görüyoruz. Her zaman. Ve aynı zamanda her şeyi net bir şekilde gördüğümüzü düşünüyoruz.
Retinamızda, her şeyin normal şekilde görülebilmesi için yeterli sayıda hassas hücrenin (çubuklar ve koniler) bulunduğu küçük, küçük bir noktamız var. Bu noktaya "fovea" denir. Fovea yaklaşık üç derecelik bir görüş açısı sağlar; pratikte bu, kol uzunluğundaki bir başparmağın boyutuna karşılık gelir.
Retinanın geri kalan tüm yüzeyinde çok daha az hassas hücre vardır - nesnelerin belirsiz hatlarını ayırt etmeye yetecek kadar, ancak daha fazlası değil. Retinada hiçbir şey görmeyen bir delik vardır; sinirin göze bağlandığı nokta olan “kör nokta”. Tabii ki bunu fark etmiyorsunuz. Bu da yetmezse, aynı zamanda göz kırptığınızı, yani birkaç saniyede bir görüşünüzü kapattığınızı da hatırlatayım. Buna da dikkat etmiyorsun. Her ne kadar şimdi dikkat ediyorsun. Ve bu seni rahatsız ediyor.
Herhangi bir şeyi nasıl görüyoruz? Cevap açık görünüyor: Gözlerimizi çok hızlı bir şekilde, saniyede ortalama üç ila dört kez hareket ettiririz. Bu ani, senkronize göz hareketlerine "seğirmeler" denir. Bu arada, biz de genellikle onları fark etmiyoruz ve bu iyi bir şey: tahmin edebileceğiniz gibi, seğirme sırasında görüş işe yaramıyor. Ancak seğirmelerin yardımıyla foveadaki resmi sürekli olarak değiştiriyoruz ve sonunda tüm görüş alanını kapsıyoruz.
Bir pipet aracılığıyla barış
Ama eğer düşünürseniz, bu açıklama hiç de iyi değil. Avucunuzun içine bir kokteyl pipeti alın, gözünüze koyun ve böyle bir film izlemeyi deneyin; yürüyüşe çıkmaktan bahsetmiyorum bile. Nasıl görünür? Bu sizin üç dereceli görüşünüzdür. Pipeti istediğiniz kadar hareket ettirin; normal görüş elde edemezsiniz.
Genel olarak soru önemsiz değildir. Hiçbir şey görmezsek nasıl oluyor da her şeyi görüyoruz? Birkaç seçenek var. Birincisi: hiçbir şey görmüyoruz - sadece her şeyi gördüğümüz hissine kapılıyoruz. Bu izlenimin aldatıcı olup olmadığını kontrol etmek için gözlerimizi, fovea tam olarak kontrol ettiğimiz noktaya yönlendirilecek şekilde kaydırırız.
Ve şunu düşünüyoruz: hala görünür durumda! Ve solda (gözlerinizi sola doğru sıkıştırın) ve sağda (sağa doğru fermuarlayın). Tıpkı bir buzdolabı gibi: Kendi duygularımıza göre ışık her zaman açık.
İkinci seçenek: Retinadan gelen görüntüyü değil, tamamen farklı bir görüntüyü görüyoruz - beynin bizim için oluşturduğu görüntüyü. Yani beyin, tek bir resmi özenle bir araya getirerek bir saman gibi ileri geri hareket eder - ve şimdi onu çevreleyen gerçeklik olarak algılıyoruz. Yani gözlerimizle değil beyin kabuğuyla görüyoruz.
Her iki seçenek de tek bir konuda hemfikirdir: Bir şeyi görmenin tek yolu gözlerinizi hareket ettirmektir. Ama bir sorun var. Deneyler, nesneleri olağanüstü bir hızla ayırt ettiğimizi gösteriyor; okülomotor kasların tepki verecek zamanı olduğundan daha hızlı. Üstelik bunu kendimiz de anlamıyoruz. Bize öyle geliyor ki, gözlerimizi zaten hareket ettirdik ve nesneyi net bir şekilde gördük, ancak aslında bunu yapmak üzereyiz. Beynin sadece görme yoluyla alınan resmi analiz etmekle kalmayıp, aynı zamanda onu tahmin ettiği de ortaya çıktı.
Dayanılmaz koyu çizgiler
Alman psikologlar Arvid Herwig ve Werner Schneider bir deney yaptılar: Gönüllülerin kafaları sabitlendi ve göz hareketleri özel kameralarla kaydedildi. Denekler ekranın boş ortasına baktılar. Yan tarafta, yan görüş alanında, ekranda gönüllülerin hemen bakışlarını çevirdiği çizgili bir daire görüntülendi.
Burada psikologlar akıllıca bir oyun oynadılar. Seğirme sırasında görüş çalışmaz; kişi birkaç milisaniyeliğine kör olur. Kameralar, test deneğinin gözlerini daireye doğru kaydırmaya başladığını yakaladı ve o anda bilgisayar, çizgili daireyi, şerit sayısı bakımından ilkinden farklı olan bir başkasıyla değiştirdi. Deneye katılanlar oyuncu değişikliğini fark etmediler.
Şu şekilde ortaya çıktı: Yan görüşte gönüllülere üç çizgili bir daire gösterildi ve odaklanmış veya merkezi görüşte örneğin dört tane vardı.
Bu şekilde gönüllüler, bir figürün belirsiz (yanal) görüntüsünü başka bir figürün net (merkezi) görüntüsüyle ilişkilendirmek üzere eğitildi. Operasyon yarım saat içinde 240 kez tekrarlandı.
Eğitimin ardından sınav başladı. Baş ve bakış yeniden sabitlendi ve yan görüş alanında yine çizgili bir daire görüntülendi. Ancak şimdi gönüllü gözlerini hareket ettirmeye başlar başlamaz daire ortadan kayboldu. Bir saniye sonra ekranda rastgele sayıda çizgiye sahip yeni bir daire belirdi.
Deneye katılanlardan, çevresel görüşleriyle az önce gördükleri şekli elde edecek şekilde şerit sayısını ayarlamak için tuşları kullanmaları istendi.
Eğitim aşamasında yan ve merkezi görüşte aynı figürlerin gösterildiği kontrol grubundan gönüllüler, “çizgi derecesini” oldukça doğru bir şekilde belirlediler. Ancak yanlış çağrışım öğretilenler rakamı farklı gördü. Eğitim sırasında şerit sayısı artırıldıysa, sınav aşamasında denekler üç çizgili daireleri dört çizgili daireler olarak tanıdı. Eğer küçültürlerse, dairelerin onlara iki şeritli olduğu görülüyordu.
Vizyon yanılsaması ve dünya yanılsaması
Bu ne anlama gelir? Görünüşe göre beynimiz, sürekli olarak bir nesnenin çevresel görüşteki görünümünü, o nesneye baktığımızda nasıl göründüğüyle ilişkilendirmeyi öğreniyor. Ve gelecekte bu ilişkilendirmeleri tahminler için kullanıyor. Bu, görsel algı olgumuzu açıklıyor: Beynimiz bulanık bir resmi analiz ettiğinden ve önceki deneyimlere dayanarak bu resmin odaklandıktan sonra nasıl göründüğünü hatırladığından, nesneleri daha önce tanıyoruz, kesin olarak konuşursak, onları görüyoruz. Bunu o kadar hızlı yapıyor ki, net bir görüş izlenimi ediniyoruz. Bu duygu bir yanılsamadır.
Şaşırtıcı olan şey, beynin bu tür tahminlerde bulunmayı ne kadar etkili bir şekilde öğrendiğidir: Yan ve merkezi görüşte sadece yarım saatlik uyumsuz resimler, gönüllülerin yanlış görmesi için yeterliydi. Gerçek hayatta gözlerimizi günde yüz binlerce kez hareket ettirdiğimizi göz önüne alırsak, sokakta yürürken veya film izlerken beyninizin ne kadar terabaytlık retinal videoyu taradığını hayal edin.
Bu, görmeyle ilgili bile değil; bu sadece dünyayı nasıl algıladığımızın en çarpıcı örneği.
Bize öyle geliyor ki şeffaf bir uzay giysisi içinde oturuyoruz ve çevredeki gerçekliği emiyoruz. Aslında onunla hiçbir şekilde doğrudan etkileşime girmiyoruz. Bize çevredeki dünyanın bir izi gibi görünen şey aslında beyin tarafından inşa edilen ve bilince göründüğü gibi sunulan sanal bir gerçekliktir.
Bu ilginizi çekebilir:
Beynin bilgiyi işlemesi ve işlenmiş materyalden az çok eksiksiz bir resim oluşturması yaklaşık 80 milisaniye sürer. Bu 80 milisaniye, gerçeklik ile bu gerçekliği algılayışımız arasındaki gecikmedir.
Her zaman geçmişte yaşıyoruz - daha doğrusu, sinir hücrelerinin bize anlattığı geçmişle ilgili bir peri masalında. Hepimiz bu masalın doğruluğuna güveniyoruz; bu aynı zamanda beynimizin bir özelliğidir ve bundan kaçış yoktur. Ancak her birimiz en azından ara sıra bu 80 milisaniyelik kendini kandırmayı hatırlasaydık, o zaman bana öyle geliyor ki dünya biraz daha nazik olurdu. yayınlandı
Muhteşem! Videodaki bilgiler çok ilginçti! Henri Poincaré'nin maddenin var olmadığına dair sözleri aklıma geldi. Bilim adamının ne demek istediğini daha ayrıntılı olarak öğrenmeye karar verdim. İnternette Henri Poincaré'nin en önemli eserlerinin yer aldığı “Bilim Üzerine” koleksiyonunu buldum. “Bilim ve Hipotez” çalışmamda “Maddenin Sonu” olarak adlandırılan XIV. Bölümü açıyorum. Şunu okudum: “Fizikçilerin son yıllarda duyurduğu en şaşırtıcı keşiflerden biri maddenin var olmadığıdır. Bu keşfin henüz nihai olmadığını söylemekte acele ediyoruz. Maddenin temel bir özelliği kütlesi ve eylemsizliğidir. Kütle, her yerde ve her zaman sabit kalan şeydir; kimyasal dönüşüm, maddenin tüm duyulur niteliklerini değiştirdiğinde, farklı cisimlerle karşı karşıyaymışız gibi göründüğünde varlığını sürdüren şeydir. Sonuç olarak, eğer maddenin kütlesinin, eylemsizliğinin aslında ona içkin olmadığı, kendisini süsleyen edinilmiş bir lüks olduğu, tanımı gereği sabit olan bu kütlenin kendisinin hala değişime tabi olduğu ortaya çıkarsa, o zaman o zaman maddenin var olmadığını söyleyebiliriz.”
Şimdi Anastasia Novykh’in “AllatRa” adlı kitabında ayin hakkında yazılanları okuyalım:
"Rigden: Aslında her şey insanların hayal ettiğinden daha basit. Maddenin miktarı (hacimi, yoğunluğu vb.) ve onun Evrendeki varlığı, Evrenin toplam kütlesini etkilemez. İnsanlar buna alışkındır. Maddeyi kendi özündeki kütlesiyle yalnızca üç boyutlu uzay perspektifinden algılamak. Ancak bu konunun anlamını daha iyi anlamak için Evrenin hacmini, yoğunluğunu ve diğer özelliklerini bilmek gerekir. yani, tüm çeşitliliğiyle (sözde "temel" parçacıklar dahil) insanların aşina olduğu madde, beşinci boyutta zaten değişiyor, ancak "yaşam" hakkındaki genel bilginin bir parçası olduğu için kütle değişmeden kalıyor. Bu maddenin altıncı boyuta kadar olan kısmı, sadece bir maddenin diğeriyle belirli koşullar altında etkileşimi hakkında bilgidir. Daha önce de söylediğim gibi, maddeyi oluşturan, kütle dahil özelliklerini belirleyen bilgidir. Maddi Evrenin çok boyutluluğu nedeniyle kütlesi her zaman sıfıra eşittir. Evrendeki toplam madde kütlesi yalnızca üçüncü, dördüncü ve beşinci boyutların Gözlemcileri için çok büyük olacaktır...
Anastasia: Evrenin kütlesi sıfır mı? Bu aynı zamanda, dünya halklarının birçok eski efsanesinde söylendiği gibi, dünyanın yanıltıcı doğasını da gösterir..."
Henri Poincpre, tanımı gereği sabit olan madde kütlesinin kendisinin de değişime tabi olduğu ortaya çıkarsa, o zaman maddenin var olmadığını söyleyebileceğimizi yazdı. AllatRa'dan alınan pasajdan (en azından benim anladığım kadarıyla) annenin kütlesinin aslında sabit ve sıfıra eşit olduğu anlaşılıyor, ancak üçüncü, dördüncü ve beşinci boyutlardan gözlemlenirse çok büyük görünüyor. Bana göre bu, Poincaré'nin hakkında yazdığı varsayımın cevabıdır. Belki bir şeyi yanlış anladım, çünkü kesin bilimlerden uzağım, o zaman beni düzeltin lütfen.)))